
Henüz öğrenciyken bir dergide çalışıyordum.
Gazeteciliğe yeni başlayanlar, ilk iş olarak Zeki Müren’in fotoğrafını çekmesi için Bodrum’a gönderilirdi. Zeki Müren’in evinden çıkmadığı dönemlerdi.
Fakülte, tatile girince, haber şefimiz beni Bodrum’a gönderip; “Git, 3 gün bekle. Şans, belki sana güler” dedi. Zeki Müren’in evinin yakınlarındaki bir pansiyondan oda kiraladım.
Sabah çıkarken yaptırdığım sandviçi çantama atar 5 dakika içinde bekleme noktasına varırdım. Bekleme noktası da; evinin karşısındaki bir elektrik direğiydi. 3 gün boyunca güneşin altında bekledim. Güneş değil de ihtiyaç molası sırasında evden çıkma ihtimalinin verdiği endişe dertti.
Hani, Yılmaz Erdoğan, ‘Yaşayabilme İhtimali’ adlı şiirinde; “Ben, senin beni sevebilme ihtimalini seviyordum” demişti ya…
Ben, Zeki Müren’in fotoğrafını çekebilme ihtimalini çok severken, ihtiyaç molam sırasında evden çıkma ihtimali bir karabasan gibi üzerime çökmüştü.
Hani, Yılmaz Erdoğan’ın ‘Vizontele’sinde ‘Fikri’nin “Zeki Müren de bizi görecek mi?” repliği vardı ya…
Ben, “Zeki Müren beni görmese de olur, yeter ki ben kendisini bir göreyim” derdindeydim.
3 gün boyunca ne dışarı çıktı ne de pencerede göründü.
Üçüncü gün, birinci derece yanıktan ikinci derece yanığa geçmeme ramak kalmıştı ki; “Gideyim rica edeyim. Ne olur ki? O kadar bekledim. Sabah, İstanbul’a dönmem gerek. Elim boş dönmeyeyim? düşüncesiyle bahçe kapısının zilini çaldım.
Yardımcısı gelerek; “Biliyorum gazetecisin. Zeki bey, kesinlikle ziyaretçi kabul etmiyor. Adın ne, nerede çalışıyorsun?” diyerek eve döndü. Yarım saat kadar sonra tekrar bahçe kapısına gelerek, bana; eliyle “Gel” işareti yaptı. Zeki Müren’in beni kabul edeceğini düşünerek büyük bir heyecanla kapıda bitiverdim.
Yardımcısı dedi ki; “Zeki bey, akşam yemeği için dışarıya çıkacak. Fotoğraf çekmeyeceğine söz verirsen masasında oturabileceğini söyledi.”
Zeki Müren’in masasında oturmak…
“Tamam” dedim demesine ama fotoğraf çekmesem olmazdı, çekmeye yeltensem sözüme ihanet edecektim.
Akşam oldu, elektrik direğindeki lambanın aydınlandığı sıralarda otomobili, kapıya yanaştı, arka koltuğa oturdu. Yardımcısı, otomobile binmeden önce bana gidecekleri restoranın hangisi olduğunu söyleyip; “Bir saat sonra gel” dedi. Gittim…
Masaya oturmadan önce elini öptüm. Kim olduğumu, nerede çalıştığımı sorduktan sonra espriyi patlattı; “Sen de Zeki Müren yanığı olmuşsun.”
Sonra devam etti; “Yazık vallahi. Müdürleriniz, fotoğraf çektirmediğimi bildiği halde sizi o direğin dibine dikiyor.” Şöyle cevap verdim; “Zeki bey, kariyerimde bir Zeki Müren fotoğrafı çekmek nasip olmasın mı? İleride torunlarıma ne anlatacağım?” Yardımcısına dönüp; “Bu çocuk, pek uyanık. İnsanı, nereden vuracağını biliyor” dedi. Sonra da bana döndü; “Sadece tek bir kare çekeceğine söz ver.”
“Tamam” diyerek karşısına geçip tek bir kare fotoğrafını çektim. Ertesi günü müdürümü arayıp; “Senin çocuk çok dirayetli çıktı. Günlerce güneşin altında bekledi. Baktım, çocuk küle dönüşecek, fotoğraf çektirdim” demiş.
Mekânı cennet olsun.
Zeki Müren Sanat Müzesi’ndeki merhum sanatçının çalışma masası…
Kaynak: Habertürk