
Usta oyuncu Ahmet Mekin’in torunu olarak sanatın içinde büyüyen ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi İstanbul Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü mezunu Mekin Sezer, oyunculuk ve müzik dünyasındaki yolculuğunu, dedesiyle olan özel bağını ve yeni projelerini anlattı. Sanat hayatındaki sorumluluk duygusundan ilk başrol deneyimine, tiyatronun ve setin kendisine kattıklarından geleceğe dair hayallerine kadar pek çok konuda paylaşımlarda bulundu.
Yeşilçam’ın usta oyuncusu Ahmet Mekin’in torunusun ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi İstanbul Devlet Konservatuvarı’nda tiyatro eğitimi aldın. Usta oyuncunun torunu olmak meslek seçimini etkiledi mi?
Aslında lisede, güzel sanatlar lisesinin müzik bölümüne hazırlanmıştım. Orası olmayınca, “Tiyatroda da müzik yapabilirim.” düşüncesiyle Antalya’da yarı zamanlı konservatuvara başladım. Oyunculuk da müzik gibi aklımda olan bir istekti. Dedem o zamanlar benim için, oyuncu kimliğinden çok dedeydi. Fakat oyunculuğa gitgide ısındıkça ve bu alanda ilerlemeye başladıkça, dedemin kariyerine dair içimde farklı bir saygı oluştu. Hangi mesleği yapacağım konusunda direkt bir etkisi olmasa da, oyunculuğu seçtikten sonra ondan son derece destek gördüm. Ve hâlâ da öyle. Onun dedem olması da işimi iyi yapma sorumluluğumu artırıyor.
Küçük yaşlarda onun filmlerini izlerken neler hissederdin? Kendini ileride onun gibi ekranda hayal edebiliyor muydun?
Televizyonda her karşıma çıktığında, oynadığı karakterlerden çok dedemi görüyordum. “Bir gün ben de böyle olacağım” düşüncesinden ziyade, “Dedem televizyonda ne yapıyor?” diye soruyordum. Halbuki kimin torunu olduğumu, nasıl bir ailede var olduğumu büyüdükçe, bilinçlendikçe anladım. Yolda insanlar onunla fotoğraf çektiriyor, herkes yanına gelerek iyi dileklerini iletiyor; yanımda hep saygı gören bir insan var, bu mucizevi bir şey. Onun kariyerine ulaşmak zor olsa da, insanlarla artık beraber de fotoğraflar çektiriyoruz. Ben de dedem de bundan son derece memnunuz. Bu da ikimize çok iyi hissettiriyor.
Ahmet Mekin’le oyunculuk üzerine konuşmalarınız olur mu? Sana verdiği en kıymetli tavsiye neydi?
Tüm akşam yemeklerimiz workshop havasında geçiyor. Sofrada onun tüm anılarını, bitmeyen hikayelerini dinlemek hem öğretici hem de manevi açıdan yoğun duygular yaşatıyor. Sonrasında bitmeyen sinema sohbetlerimiz, kahve içerken yaptığımız derin konuşmalar bana her zaman çok şey öğretiyor. Biz dede torundan öte çok iyi arkadaş ve dostuz. 92 yaşında her şeyi paylaşabildiğim bir dostum var ve bunun için çok şanslı hissediyorum. Dilerim daha uzun yıllar sürdüreceğimiz bir arkadaşlığımız olur.
Yeşilçam’ın usta oyuncularından birinin torunu olmak ve onunla aynı mesleği yapmak sana nasıl bir sorumluluk duygusu hissettiriyor?
Tabii ki yaptığım işte sadece kendimi değil onu da temsil ediyorum. Ama bunu daha çok kendi içimde yaşıyorum; çok dillendirdiğim bir konu değildir. Saygıyı dedem sayesinde değil kendim kazanmak isterim. Bu yüzden de çok uzun yıllar beni tanıyan ama dedemin Ahmet Mekin olduğunu bilmeyen, daha sonra öğrenince “Nasıl yani?” diye şaşıran arkadaşlarım olmuştur. Eskiden bu konuda daha sessizdim. Artık onun torunu olmanın tadını da çıkarıyorum. Çalışırken o sorumluluğu da hep üzerimde hissediyorum.
Tiyatro kökenli bir oyuncu olmanın, kamera karşısında ve set ortamında sana sağladığı avantajlar neler oldu? Peki ya zorlandığın, dezavantajını hissettiğin anlar da oldu mu?
Tiyatro kökenli olmak, sadece oyunculukla ilgili değil; bir disiplin meselesi ve bence insan olmakla da çok ilgili. Tiyatro bana, her şeyden önce ekip olmayı, sahnede olduğu gibi sette de herkesin o hikâyeye hizmet ettiğini, kimsenin kimseden üstün olmadığını öğretti. Bu bilinçle hareket ettiğimde kamera karşısında daha rahat, daha gerçekçi ve dikkatli oluyorum. Avantajı, belki de bu bütünsel bakış. Yani rolün sadece “senin sahnen” olmadığını, bir yapının parçası olduğunu bilmek. Tiyatronun kazandırdığı bu sorumluluk duygusu sette çok işe yarıyor. Zorlandığım anlar da oldu tabii. Tiyatronun akışkanlığına alışkın olunca, setin teknik gereklilikleri ve daha parçalı yapısı başta zorlayabiliyor. Ama zamanla o ritmi de anlıyor ve uyumlanıyorsun. Bu da oyunculuk yolculuğunun bir parçası sonuçta.
18 Temmuz’da vizyona girecek olan ve başrolünde yer aldığın ‘Gelenek Görenek’ filminde Metin karakterini canlandırıyorsun. Bize biraz filmden ve karakterinden bahseder misin?
Film, gelenek ve görenekler yüzünden birbirine kavuşamayan Metin ve Zarife’nin hikâyesini anlatıyor. Seçil Çömlekçi bunu trajikomik bir dille kaleme almış. Bize geçmişimizi hatırlatan, şimdiyi sorgulatan bir hikâye. Gerçek bir hikâye. Metin de aslında sevdiği insan için düzene başkaldıran bir karakter. Sevdiğine kavuşabilmek için baba desteğini de arkasına alarak geleneksel olanı değiştirmek için çabalayan bir karakter. O sadece mutlu olmak isteyen iyi bir çocuk. Bende de her zaman bir yeri olacak. Yönetmenimiz Hasan Doğan da pratikliği ve tecrübesiyle bu hikâyeyi çok iyi çalıştı. Bana güvendiği için ona da teşekkür ediyorum.
Bu film, senin ilk başrol deneyimin. Önceki projelerinle kıyasla bu kez nasıl bir sorumluluk üstlendiğini hissettin?
Benim için her rol aynı özenle yaklaşılması gereken bir sorumluluk. Hikâyenin içindeki her karakter, büyük ya da küçük demeden, o bütünün oluşmasında eşit derecede önemli. Ancak başrol olunca işin doğası gereği sette daha fazla zaman geçirip tüm sürece dahil oluyorsun. Bu hem oyuncu olarak kendini daha yakından gözlemleyebilmen hem de sete dair her aşamayı deneyimleyebilmen açısından çok öğretici. Sette daha uzun süre bulunmak, ekiple kurulan ilişki, atmosferin ritmi ve çalışma biçimi açısından da ciddi bir deneyim. Özellikle başrol olduğunda enerjini sete, ekibe yansıtabilmek çok önemli. Çünkü senin yaklaşımın sadece sahnene değil, o günün çekim havasına da etki edebiliyor. Bu da işi doğrudan etkileyebiliyor. Diğer yandan yönetmenle uyum, başrolde çok daha belirleyici bir hale geliyor. Ben oynarken hep şunu düşünürüm: Yönetmeni ikna edebiliyor muyum? Çünkü o, hikâyenin taşıyıcısı ve kurduğu dünyada özellikle başrol olarak senin varoluşun, onun gördüğü hikâyeyi yaşatabilmesine hizmet etmeli.
Metin karakterine hazırlık sürecin nasıl geçti? Seni zorlayan yönleri oldu mu?
En çok zorlandığım kısım doğu şivesiydi diyebilirim. Çünkü sadece kulağa doğru gelmesi değil, karakterin o coğrafyaya, o dile gerçekten ait hissedilmesi gerekiyordu. Senaryoyu sesli okuyarak başladım çalışmaya. Günlük hayatımda da şiveyle düşünmeye, konuşmaya çalıştım. Role hazırlanmak için uzun bir zamanım yoktu. Hatta Mardin Havalimanı’na indikten sonra, kendimi, tabelaları o aksanla okurken yakaladım. Yapabileceğim kadar çok pratik yaptım hem teknik hem de duygusal anlamda. Kamera kayda girdiğinde de elimden gelenin en iyisini yapmaya çalıştım. Sonuçta bir oyuncu olarak “Elimden geleni yaptım” diyebiliyorsan, gözün arkada kalmıyor. Ben de 18 Temmuz’da izleyiciyle birlikte göreceğim ortaya çıkan şeyi. Merakla ama içim rahat bir şekilde bekliyorum.
Çekimler Mardin-Midyat’ta gerçekleşti. Bu tarihi atmosferde set günleri senin için nasıl geçti?
Mardin’e adım attığınız anda bir şey değişiyor. Havasında, ışığında, taşlarında bile o tarihî dokuyu hissediyorsunuz. Sanki zamanın katmanları üst üste duruyor gibi… Mistik bir ağırlığı var ama o ağırlık insanın üstüne değil, içine işliyor. Orada çalışmak, sadece bir şehirde film çekmek değil, bir kültürün içinde nefes almak gibiydi. Midyat sokaklarında dolaşırken, o eski duvarların arasında hâlâ yaşayan hikâyeler varmış hissine kapılıyorsunuz. Medeniyetin neden orada doğduğunu sadece okuyarak değil, gerçekten hissederek anlıyorsunuz. İnsanları da bir o kadar içten ve misafirperverdi. Sadece mekan değil, insanlar da seni hemen içine alıyor. Set günleri, bu atmosferin etkisiyle daha derin, daha anlamlı geçti. Böyle bir yerde çalışmak, oyunculuğu da başka bir katmana taşıyor bence.
Set ortamında, özellikle şehir dışında uzun süreli çekimlerde ekip arkadaşlarıyla daha yakın ilişkiler kurulabiliyor. Senin için de öyle oldu mu? Aileden uzakta olmak, set arkadaşlarını bir tür aile gibi hissettirdi mi?
Farklı bir şehirde, insanları daha farklı yönleriyle tanıyabiliyorsunuz. Mardin gibi tarihi, dokusu ve havasıyla çok özel bir şehirde geçirilen vakit, ekiple de farklı bir bağ kurmamızı sağladı.
‘Aykut Enişte’, ‘Eltilerin Savaşı’, ‘Bir Cumhuriyet Şarkısı’ gibi birçok gişe filminde yer aldın. Çoğunlukla komedi türündeki yapımlarda seni izledik. Sence bunun sebebi nedir?
Öncelikle ‘Bir Cumhuriyet Şarkısı’nı, anlatmak istediği hikayenin derinliği ve tarihsel atmosferini düşünürsek, komedi olarak saydığınız diğer filmlerden ayırmak doğru olur. Sanırım karakter olarak enerjim yüksek, hayata da daha çok neşeli bir yerden bakmayı seviyorum. Bu halim kamera önüne de yansıyor olabilir. Dolayısıyla beni genelde komedi projelerinde izliyor olmamız, bilinçli bir seçimden çok, doğal bir yönelim gibi oldu. Ama benim için tür ayrımı yapmak çok sınırlayıcı bir şey. İyi yazılmış, yaşayan bir hikâye varsa; ister dram, ister komedi, ister başka bir tür olsun, oyuncu olarak beni heyecanlandırır. O yüzden “Ben illa komedi oynamalıyım.” gibi bir tercih içinde hiç olmadım. Tam tersine, oyunculuğun en güzel tarafı da farklı tonlara, farklı ruh hallerine geçebilmek. Umarım bundan sonra da izleyici beni değişik tonlarda, farklı karakterlerle görme şansı bulur.
Son olarak, oyunculuk kariyerinde seni en çok motive eden şey nedir? Geleceğe dair gerçekleştirmek istediğin hayallerden bahseder misin?
Beni en çok motive eden şey, bu işi gerçekten severek yapıyor olmam. Her rol, her proje bana kendimi yeniden keşfetme imkânı sunuyor. Oyunculuğu sadece bir meslek olarak değil, bitmeyen bir yolculuk gibi görüyorum. Yaş aldıkça duran değil, aksine derinleşen bir alan… Kaç yaşına gelirsen gel, hâlâ öğrenecek, keşfedecek bir şeyler oluyor ve bu beni çok heyecanlandırıyor. Karakter oyunculuğu bu açıdan beni özellikle besliyor. Farklı insanların iç dünyasına girmek, onların hayata bakışını anlamaya çalışmak, bana hem oyuncu hem de insan olarak çok şey katıyor. Bu süreç aynı zamanda kendi içime tuttuğum bir aynaya da dönüşüyor.
Farklı şehirlerde, başka coğrafyalarda çalışmak da bu deneyimi büyütüyor. Mardin bu anlamda çok özel bir duraktı benim için. Şehrin kendi hikâyesi, dokusu, ritmi vardı. Böyle yerlerde oyunculuk yapmak, sadece karakterle değil, yaşadığın yerle de bağ kurmak anlamına geliyor.
Geleceğe dair en büyük isteğim; kendimi tekrar etmeden, derdi olan, kalıcı karakterlere hayat vermek. Seyirciyle içten bir bağ kurabilen, iz bırakan hikâyelerde yer almak. Ama sadece bununla sınırlı değil hayallerim…
Müzik de uzun zamandır içimde taşıdığım bir tutku. Zamanımın büyük kısmını müzikle, üreterek geçiriyorum. Sahnede olma isteği içimde hep vardı; artık onu da gerçekleştirme zamanı geliyor gibi hissediyorum. Umuyorum sonbaharda bu yolculuğum da başlayacak. Oyunculuk gibi, müzik de kendini ifade etmenin en canlı, en insana dokunan yollarından biri. İkisi birbirini besleyen, ruhu zenginleştiren alanlar. Umarım daha çok ürettiğim ve sahnede olduğum bir gelecek beni bekliyordur.
Kaynak: Habertürk