
Türkiye’de üniversiteler üzerinde bir denetim mekanizması olarak kurulan Yükseköğretim Kurulu (YÖK), 44 yıldır bu işlevini sürdürüyor. 12 Eylül darbecileri, yükseköğretim alanındaki tüm yetkileri tek elde toplayarak üniversiteleri siyasi iktidarın denetimine almak amacıyla YÖK’ü kurdular. 6 Kasım 1981’den bu yana üniversiteleri abluka altında tutan bu yapı, bugün de akademik özerkliği, bilimsel üretimi ve özgür düşünceyi baskılamanın bir aracı olarak kullanılmaktadır.
Siyasal iktidar, kamu kurumlarını denetimi altına alıp kararları tek merkezden yönetme politikasını en açık biçimde üniversitelerde uygulamıştır. Cumhurbaşkanının rektörleri doğrudan atama yetkisi ve YÖK aracılığıyla sürdürülen denetim sistemi, üniversiteleri tamamen siyasi iktidarın kontrolüne almıştır. Bu durum, üniversitelerde korku ve itaate dayalı bir ortam yaratmış; eleştirel düşünen akademisyenlerin tasfiyesine ve muhalif seslerin susturulmasına yol açmıştır. Akademisyenler üzerindeki baskı, öğrencilerin demokratik haklarının kısıtlanması ve kurumsal özerkliğin zayıflatılmasıyla birleşerek yükseköğretimi derin bir krize sürüklemiştir.
Üniversiteler, insan, toplum, doğa yararını önceleyen kamusal kurumlar olmaktan uzaklaştırılarak hiç olmadığı kadar piyasacı ve muhafazakâr bir akılla yönetilmektedir. Başarı ölçütleri; özel şirketlerle yürütülen projelere, sermaye gruplarından alınan fonlara ve ‘rekabet’, ‘verimlilik’ gibi piyasa göstergelerine bağlanmaktadır. Kamusal bilgi üretiminin yerini, bilimi ticarileştiren ve eleştirel düşünceyi daraltan bu süreçler almaktadır.
Bu süreçte YÖK, araştırma görevlilerinin iş güvencesinden yoksun çalıştırılması ya da işsiz bırakılması karşısında sorumluluk üstlenmemektedir. Profesörlüğe ya da doçentliğe yükselmeyi hak ettiği hâlde yıllarca kadro bekleyen öğretim elemanlarının sorunlarını çözmek için adım atmamaktadır. Özlük ve ekonomik hakları görmezden gelinen idari ve teknik personelin ‘tayin hakkı’, ‘yükseköğretim tazminatından yararlanma’ gibi temel talepleri karşılanmadığı gibi; düşük ücret, angarya ve mobbing uygulamaları adeta kurumsal bir yönetim anlayışına dönüştürülmüştür.
Yükseköğretim Kurulu, zorlu ekonomik koşullar altında güvenli bir gelecek kurmak için direnen üniversite öğrencilerinin en temel sorunlarına sırtını dönmektedir. Barınma, beslenme ve ulaşım krizi giderek derinleşirken YÖK, bu sorunlara çözüm aramak yerine öğrencilerin sesini kısmaya, hak arayışını bastırmaya yönelmektedir. Kendi geleceğine sahip çıkmak isteyen öğrenciler, disiplin soruşturmalarıyla tehdit edilmekte; yurt ve barınma hakları keyfi biçimde ellerinden alınmaktadır. Üniversiteler, özgür düşüncenin değil, baskı ve denetimin mekânlarına dönüştürülmektedir. Kampüslerdeki sosyal alanları daraltıp özel şirketlerin denetimine açan YÖK, eğitim hakkını ticarileştirirken, kampüslerde işlenen kadın cinayetlerine ve toplumsal cinsiyet temelli şiddete karşı hiçbir somut adım atmamaktadır. Bu sessizlik, kadınların ve gençlerin yaşam alanlarını her geçen gün daha güvensiz bir ortama sürüklemektedir.
YÖK’ün görevi, öğrencileri cezalandırmak değil; onların yaşam, barınma, eğitim ve güvenlik haklarını korumaktır. Ancak bugün YÖK, öğrencilerin değil, sermayenin ve otoriter politikaların yanında saf tutmaktadır. Üniversitelerde bilim, düşünce ve sanat üretimi fiilen baskı altına alınmıştır. Siyasi kadrolaşma, liyakat ilkesini ortadan kaldırmış; iktidara sadakat temel ölçüt haline gelmiştir. Bilime, eğitime ve hakikate verilen değer öylesine gerilemiştir ki, diplomalar ve akademik unvanlar piyasalaştırılmış; sahte belge düzenleyerek binlerce öğrenci ve akademisyenin emeğini gasp eden şebekeler kamu kurumlarına sızabilmiştir. YÖK ise bu skandalların sorumlularını açığa çıkarmak yerine, üstünü örtmeyi tercih etmiştir.
Oysa bilimsel bilgi, ancak özerk kurumlarda ve özgür ortamlarda üretilebilir. Bu nedenle üniversiteler kendi yöneticilerini seçebilmeli, eğitim ve araştırma programlarını özgürce belirleyebilmeli, bütçelerini kendileri oluşturabilmelidir. YÖK’ün tüm bu süreçleri tek elde toplaması; üniversiteleri üretimden uzak, ruhsuz kurumlara; bilim insanlarını sıradan “memurlara”, öğrencileri ise “itaatkâr bireylere “ dönüştürmektedir.
Eğitim Sen olarak vurguluyoruz: YÖK kapatılmadan üniversiteler üzerindeki baskı iklimi dağıtılamayacak; üniversiteler hak ettikleri bilimsel kurum olma vasfını geri kazanamayacaktır. Ancak artık yalnızca YÖK’ün kaldırılması yeterli değildir; yükseköğretimde gerçek bir dönüşüm için bu sistemin yapısal temellerinin bütünüyle değiştirilmesi zorunludur. Bu nedenle üniversitelerin demokratikleştirilmesi önündeki en temel engellerden birisi olan YÖK derhal kapatılmalı, üniversiteler arasında koordinasyonu sağlayacak, demokratik, katılımcı ve çoğulcu modeller hayata geçirilmelidir.
Gözden kaçırmayın
Üniversite Özgürlüğü İçin: 12 Eylül’ün Mirası Yök Kaldırılmalıdır!
İçeriği Görüntüle
Eğitim-Sen







